Netflix’in suç temalı dizilerinden olan Puerta 7’de, bir Arjantin Futbol Kulübü olan Ferroviarios kulübü üzerinden, futbolda kulüp yönetimleri ve tribün liderleri arasında olan kirli ilişkiler, yolsuzluklar, şiddet, her türlü suç ve çeteleşme gözler önüne seriliyor.
Puerta 7, Kapı 7 demek. Bizim tribün kültürümüzde stada giriş kapısı üzerinden kurulan taraftar grupları pek bulunmuyor. Kombine kart sistemi yaygınlaştıkça sanırım biz ülkemizde de bazı taraftar gruplarının adı tribüne girdikleri kapı ile isimlendirilebilir. Komşu Yunanistan’da Panathinaikos 16, Olimpiakos 21 ve AEK 23 no’lu kapı girişleri ve taraftar grupları ile meşhurlar.
Dizide daha sonradan kulüp başkanlığına aday olan ‘Lomito’ lakaplı tribün liderinin öyküsü bizde de bazı kulüplerimizi hatırlatıyor. Bursaspor eski Başkanı, Radikal isimli tribün grubunun lideri ‘Hatçe Recep’ lakaplı Recep Günay, akla gelebilecek en eski örneklerdendir. Fakat dizide neden ‘Bonfile’ lakabı verildiği anlatılmayan Lomito’yu bizim tribünlerimizde bir yere pek koyamadım.
Tribün liderinin sağ kolu Fabio ise tam bizim tribünlerin karakteri mizacında. Herhangi bir tribüne soksanız, Fabio’yu direkt sete çıkartıp tribün lideri yaparlar. Dizide en çok cinayeti işleyen isim olmakla birlikte en çarpıcı saptamaları yapan kişinin de Fabio olması da dikkat çekici. Bu saptamalardan biri: ‘Medeni hukuk, zenginin fakirden alması için vardır. Ceza hukuku da fakirin zenginden çalmasını engellemek için vardır. Kanunlar güçlü olanlar için yapılır. Bunun da adaletle hiçbir ilgisi yoktur. Başının çaresine bakabilmelisin. Aslında Türkiye’de tribün kültürünün en önemli söylemlerinden birine işaret etmiyor mu? Futbolu sosyoloji bilimi çerçevesinde inceleyenler bu saptamayı mutlaka işlemelidirler.
Dizi bir futbol dizisi olmayı hedeflemekle birlikte futbol kültürünün olmazsa olmazı deplasman maçlarına hiçbir atıfta bulunmaması büyük eksiklik. Bunun yerine her tribünde görebileceğimiz Mario karakterinin dizinin en gerçekçi karakteri olduğunu söyleyebiliriz. Ama burada da daha ilk bölümden Mario’nun, ilerleyen bölümlerde başına bir felaket geleceğine bahse girecek kadar dramatize edildiğini vurgulamalıyız.
Mario’nun babası kronik bir depresif adam karakterinde. Bu sebeple eşi evi daha Mario küçükken terk etmiş. Adam, o kadar bezmiş bir karakter ki, dayak yiyerek elinden alınan ekmek teknesi minibüsünün Fabio aracılığıyla geri alınmasından bile mutlu olmuyor ve minibüsü red ediyor. Obsesif karakter özellikleri hem kendini mutsuz etmesine hem de çevresini başta Mario olmak üzere çaresiz bırakıyor. Çok çalışkan ve dürüst biri olmasına rağmen aşırı mükemmeliyetçilik ve kuralcılık bu adamın kendini ilerletmesini değil, tam tersine takoz gibi durdurmasına sebep oluyor ve kronik depresyon ve alkolizm tek yol olarak kalıyor ona.
Fabio katil olmakla birlikte bir psikiyatristin saptamasını aratmayacak şekilde durumu değerlendiriyor: ‘Bazı insanlar nasıl üzüleceklerini bilmezler. O yüzden de kızarlar. Baban ağlamayı öğrenmeli, ağlamak kötü bir şey değil. Bunu dizide bir tribün lideri söylüyor ama sanırım psikiyatri çalışmalarında da sıkça dile getirilebilecek bir saptama. Üzüntü, sevgi, nefret birçok zaman o kadar birbirlerinin yerine geçip karşısındakileri şaşırtabiliyor ki.
Mario, ailesi kavramını ilk defa gittiği maçta tribünlerde yaşıyor. İlk defa birileri tarafından sevildiğini, kollandığını ve sahiplenildiğini görüyor. Bu da tribün lideri olan figürleri onda idealize bir baba ve uğruna her şeyi göze alabilecek bir dava arkadaşına dönüştürüyor. Onları babasında bulamadığı takdirini ararken de dizinin en başından beridir beklenen sonunu yaşıyor.
Tıp ki ülkemizde bazen tribün, bazen siyasi odaklı örgütlerde gençlerin gözlerini bir an bile kırpmadan kendini dava için feda edebildikleri gibi. Belki de birçoğunun kendilerini feda ettikleri aileden ihtiyaç duydukları takdir beklentisi. Aileden takdir duygusunu hissetmeyen, yeterince sahiplenilmeyen gençler, kendi kimlik arayışları içerisinde bazen hayatlarını zora sokabilecek suç örgütleri ile özdeşleşiyorlar ve artık ‘yeni aileleri’ olarak gördükleri dava arkadaşları ve büyükleri için yapamayacakları fedakarlık kalmıyor. Toplum çalışmacılarının en büyük hedefi bu gençlerin aileleri ile yakınlaşmasını sağlamak ve suç örgütlerinin yalancı himayesinden çıkartmak olmalıdır.