Her yıl 24 Nisan tarihinde Türk dışişlerinin yabancı bir ülkeyle sorun yaşaması bir gelenek oldu. Bu yıl da Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden’in, 1915 yılında yaşanılan üzücü olayları, tarihi belgelerden destek almadan, sadece siyasi bir söylemle ‘soykırım’ olarak nitelemesi iki ülkenin ilişkilerinde gerileme sebep oldu.
Yüzyılı aşan bir meselede, her iki tarafın önyargılarını aşmadan ve iki toplumda karşılıklı oluşan nefretten arınmadan bir uzlaşmanın, bir kucaklaşmanın ve helalleşmenin mümkün olamayacağını artık herkes fark etmeli. Her yıl aynı dönemde tekrarlanan Ermeni iddiaları karşısında içi boş vatan millet edebiyatının kendimizi yeterince ifade etmeye yetmediğini ve uluslararası kamuoyunda destek bulamadığını görmeliyiz. Bu yıl da devletin üst makamlarından iddia sahiplerine hakaret içerikli söylemler ve ‘sen benden daha soykırımcısın’ söyleminin işe yaramayacağını artık fark etmeli ve devletin söylemine yeni bir bakış açısı getirmeliyiz.
Daha önce de birçok kez referans gösterdiğim AGİT Parlamenter Asamblesi ile Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde Başkan yardımcılığı yapan eski TBMM başkanvekili Uluç Gürkan, Türkiye'nin soykırım suçlamalarını 'tencere dibin kara, seninki benden kara' edebiyatıyla karşılamaya çalışmış olmasını anlamsız ve kısır bir tartışma olarak değerlendiriyor. Türkiye'nin tartışması gerektiği üç temel konuya işaret ediyor. Bu üç temel konunun hem tarihsel hem de hukuksal olarak 'Ermeni Soykırımı' ezberini bozacağını iddia ediyor.
Birinci nokta; 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Sözleşmesine göre soykırım suçunun tüzel kişilere değil, gerçek kişilere yöneltilmesi gerektiğidir. Yahudi Soykırımında suçlanan Alman devleti ve ulusu değildir. Suçlama Alman Devlet Başkanı Hitler'den başlayarak, onun komutanlarından karakol görevlilerine kadar uzanmaktadır. Suça karışmış kişiler ayırt edilmektedir. Ermeni soykırımı suçlamaları ülkesi ve ulusuyla Türkiye'ye yöneltiliyor ve bu uluslararası hukukta bir suç olan nefret söylemine dönüşüyor. Bu söylem Türkiye'ye karşı düşmanlık duygularını tetikliyor. Türkiye, bu hukuk dışı ve ırkçı söyleme son verilmesini, 'soykırım' iddialarını tartışmanın önkoşulu yapmalıdır.
İkinci nokta; soykırımın varlığı ya da yokluğuna karar verecek yetkili merciin kim olduğudur. BM Soykırım Sözleşmesi bu yetkili merci olarak parlamentoları değil yargı organlarını belirlemiştir. I.Dünya savaşı sonrasında çok sayıda İttihat Ve Terakki yöneticisi toplu katliam suçlamasıyla üç yıla yakın Malta'da tutulmuş ve soruşturma kapsamına alınmıştır. Soruşturmayı yürüten İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, işgal altındaki Osmanlı arşivleri yanında İngiltere ve Amerika'da bu kişiler aleyhine hukuki geçerliliği olan hiçbir katliam kanıtı bulamamış ve kovuşturmaya gerek olmadığı hükmüne vararak serbest bırakılmalarını sağlamıştır. Malta'daki bu yargılama sürecinin Ermeni soykırım iddialarını kökten çürüten hukuki sonuçlarını Türkiye'nin anımsaması ve sahiplenmesi kaçınılmazdır.
Yakın zamanda Irak İşgali gerçekleşti. İşgale bahanelerden biri de bu ülkenin nükleer silahlara sahip olmasıydı. İşgalden kısa bir zaman sonra Iraklı yöneticilerin ve siyasetçilerin eli kolu bağlıyken yapılan denetim ve hukuk süreçleri sonucunda bu ülkede nükleer silah bulunmadığı gerçeğine ulaşıldı. Şimdi 100 yıl sonra aslında Irak’ta nükleer silah vardı diye söylemde bulunmak ne kadar anlamsızsa, üzücü olaylardan çok kısa bir zaman sonra işgale başlamış, kazananlarca yargılanan kişilerin aklanmasını görmezden gelmek bir o kadar anlamsızdır.
Üçüncü nokta ise; tehcir uygulaması ile ilgilidir. Tehcir 1949 Cenevre sözleşmelerinin ek protokolü uyarınca askeri gereklilik kapsamında değerlendirilmeye açıktır. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenileri'nin silahlı isyanı ve Çarlık Rusyası'nın yanında savaşa katılması, tehcir uygulamasının askeri gereklilik bağlamında değerlendirilmesini haklı kılmaktadır. Unutulmamalıdır ki Yahudi soykırımı gerçekleştiğinde Alman Yahudilerinin Almanya'ya karşı ne silahlı bir direnişi ne de Almanya'nın savaş halinde olduğu ülkelerle işbirliği söz konusudur. Aynı tarihlerde Almanya ve Rusya topraklarında da benzer tehcir uygulamalarının olduğu gözlerden ırak tutulmamalıdır.
Ünlü tarihçi Bernard Lewis 'Ermeni Soykırımı' iddialarını bu nedenle yadsırken, I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşanılanları bir savaş trajedisi olarak tanımlamıştır.
Sürekli 'soykırımcı' olmakla damgalanmak istenen Türk halkına yapılan haksızlığı içi boş söylemlerle değil, tarihi belgeler savunmak ve bunları ulusal bir dile dönüştürmek vatanseverim diyen herkesin bir görevi olmalıdır.